Bu yazıda, resimlerinde olduğu kadar şiirlerinde de tıpkı Picasso gibi “Ben aramam, bulurum” diyen Bedri Karayağmurlar’ın nemli ve verimli toprağında dolaşacağım. Bire bin, bire aşk, bire ışık veren bir toprak bu. Bereketli olduğu kadar yeni anlam, değer ve kurallar da üreten, aynı zamanda da resimlerinde ve şiirlerinde Walter Benjamin’in Eşik Cinleri gibi güzel şeyler, hayat şeyler, aydınlık şeyler fısıldayan. Birileri araya dursun, birileri biçim mi içerik mi diye tartışa dursun -“Biçimlendirme mi, içerik mi önde, gibi bir şeyi tartışmanın benim açımdan hiçbir anlamı yok” -, o, yaşam erbabı, hep bulur. Yaşamın ihtişamını ve sefilliğini bulur, şimdi-burada mekanlaşan zamanı bulur, aydınlığı bulur ve ışık emri verir:
“Yak ışıkları
Korkut geceyi
Yok sanıp yoklamasın yatağında karanlık” .
Aydınlanmak için ‘yanmak’ kadar “… daha çok ışık yakmak” da gereklidir, “… daha çok bilim, daha çok sanat. Kendi kör çıkarları uğruna her şeyi yakıp yıkan aymazlara inat, daha çok aydınlık.”
Bedri Karayağmurlar, böylece, hep karışır “koşarak günün çığlığına/ nasılsa bir sokak daha vardı bulutların arkasında”. Pavesa’nın Yaşama Uğraşı gibi Bedri Karayağmurlar’ın da Aydınlık Uğraşı vardır, Işık Uğraşı, Sanat Uğraşı ki hepsi de zaten Yaşam Uğraşı’dır ve bu uğraş yeterince emek, çaba, direniş doludur. G i D i O adlı şiirinde “koridorlar karanlık mum yakın”, diye ünlerken görürüz onu, sonra başka bir şiirinde -Geleceğin ustaları-
“çırağım acemiyim
bir başıma tozlu ıssız işliklerde ısıtıyorum
kömür köz ömrümün
örsünde yüreğimi bütün gün”,
diye yaşamın kalbine doğru bükülür. Burada, James Joyce’u hatırlayalım. SANATÇININ BİR GENÇ ADAM OLARAK PORTRESİ’nde genç kahramanının ağzından söyle ünler: “Ey yaşam, hoş geldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini, ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.” Bedri Karayağmurlar da varlığıyla, resim ve şiirleriyle “zamanın okunu” tuvale ve kağıda geçirir. Diğer bir deyişle tuvale ve kağıda “… bir tarih kaydetmektedir.” Kendi bireysel tarihiyle birlikte çağını, ülkesini, hayallerini, acısını, hüznünü… Öyle ya sanatçı “… bir kaydedicidir.” Aha işte, Zamanı Geldi adlı şiirinde
“sana bakıyorum
güzelsin ve gidiyorsun
gidersin gitmelisin
öylece kalıyorum”,
diye hüznü kaydeder kağıda. Başka bir şiirinde ise
“…
Gazze nerede desem de bilirim de söylerim de
Duyan olmaz
Duyan olmaz
Duyan olmaz”,
der ve bu kez de vahşeti kaydeder kağıda. Bir im, bir iz düşerek gören göz, işiten kulak, hisseden kalp için çağrı çıkarır. Çünkü gören gözdür Bedri Karayağmurlar, işiten kulaktır, hisseden kalp. Bu yüzden gözü, kulağı, kalbi olan bir şiirdir yazdığı: “Sanat da hayat gibi soluk alıp verir.” Diğer bir deyişle, canlı bir organizmadır sanat. Zaten; kalbi, gözü, kulağı olmayan ‘şey’ de mekanik bir düzenekten başka nedir ki! Bu doğrultuda “…sürekli olarak canlı kalan ve olayların tümüne böyle tepki veren bir kişiliktir.” Bedri Karayağmurlar, duygularımızı bileyleyip aklımızı keskinleştirerek “Coşkusu kaçmış, mırıldanmalarla çevresinden ne koparacağını hesaplayan sıradan bir insan …” olmadığını gösterir. Bu, yaşama ve sanata doğru ‘yaklaşma istikametidir’ Bedri Karayağmurlar’ın. Öyledir, “Resim düşmana karşı bir savunma ve saldırı aracıdır. Siz bir sanatçıyı ne sanıyorsunuz” diye soran Picasso, gidip Guernica’yı yapmıştır.
Bedri Karayağmurlar’ın resmi ile ilgili olarak en doğru saptamalardan birini yapan Kaya Özsezgin “Bedri Karayağmurlar'ın resmini, resim sana¬tımızda son çeyrek yüzyılın gelişmeleri içinde ne¬reye koyabiliriz?”, diye sorduğu soruyu Artist Sanat Dergisi’nde şöyle yanıtlar: “1970'li yılların ortalarında Gazi'nin resim bölümünü bitirdiğinde, Türkiye'deki sanat ortamı, genç kuşak olarak tanımla¬yabileceğimiz etkin bir grubun varlığına henüz yeterince tanıklık edecek bir aşamaya gelme¬mişti. Böyle bir ortamda, tercih edilecek seçe¬nekler, hocalardan öğrenilenlerin temel alındığı bir doğrultu üzerinde gelişebilirdi. Ama bununla yetinmeyip araştırmacı ve yenilikçi anlatımı he¬def olarak seçmenin kazandırabileceği ayrıcalıklı bir konum da söz konusu olabilirdi kuşkusuz. Karayağmurlar, ikinci yolu seçenlerden. Bu yol üzerinde herhangi bir sapmaya meydan ver¬meksizin bugüne kadar kararlı adımlarla yürü¬müş olması, ondaki sanat inancının güncel deği¬şimlerin dışlandığı bir mecrayı seçmiş olmasıyla da ilgilidir.” Aynı yazıdaki şu sözler ise Bedri Karayağmurlar’ın resmi ile şiiri arasındaki ilişkiyi, etkileşimi göstermesi bakımından ilginçtir: “… onun resminde, belki şiirle de ilgilen¬miş olmasından ileri gelen bir "lettrism" mantığı çerçevesinde, biçim parçaları hem tek başlarına, hem de bütünü göz ardı etmeyen bir bütünsellik bağlamında organize edilir.” Tam da bu noktada geçenlerde vefat eden Dinçer ağabeyi (Sezgin) anmamak imkansız. Radikal gazetesindeki köşesinde Resmin şiirinden tiyatroya (09/03/2002), adlı yazısında “Bedri'nin resimlerinde de şiir vardı çünkü. Resimlere bakarken, bir şiir duyarlılığı, damıtılmış bir dil tadı, şiir matematiği gibi bir renk matematiği ile karşılaşıyordunuz. Usta işi bir şiirden nasıl bir sözcük çıkaramaz ya da o şiire bir sözcük ekleyemezseniz, Bedri'nin resimlerine de bir renk ekleyemiyor ya da bir renk çıkaramıyordunuz. Ve şiir nasıl, dil içinde yeni bir dil yaratmaksa, onun resimlerinde kendine özgü bir renk dili yaratılmıştı. Sözün özü, resimlerinde bir şiir uçuşup duruyordu.” diye Karayağmurlar’ın ressamlığıyla şairliğini enfes bir şekilde dile getirir. Öyledir, hem ressam, hem şair, hem de yazardır Bedri Karayağmurlar. Bu bağlamda, belleğinden hiç çıkmayan 35 yıl önceki bir olayı anlatır Resim Serüvenim, adlı kitabında. Devlet Heykel Resim Sergisi’ne bir çalışması alınmıştır ve sergi’nin açılışında Adnan Binyazar’la karşılaşır: “Sergide Binyazar’ı görünce, resmimin önüne götürdüm. Resme baktı ve bana döndü: Ressam mı olacaksın; yazar mı, şair mi? Hiç düşünmeden, hepsini dedim.” Bunun “çetin bir iş olduğunu bilmesine” rağmen resmin içinde olduğu kadar yazı ve şiirin de içinde olmuştur hep. Yeni Gün Gazetesi ile meşhur Rüzgarlı Sokakta’ki Yeni Halkçı’da yazdığı dönemde Ahmet Arif’i, Işık Yurtçu’yu, Mustafa Ekmekçi’yi tanır. Hatta “Erol Toy, Esen Yel, İbram Erdem, Adil Gülvahapoğlu’nun da aralarında bulunduğu bir grup yazarla Soluk adlı bir dergi” bile çıkarırlar.
Bedri Karayağmurlar’ı 2001 ya da 2002’de kendi resim sergisinde tanıdım. Sergiden sonra Ankara’dan çok iyi tanıdığım hocam İbram Erdem ve Bedri Karayağmurlar’la birlikte bir lokantaya gittiğimizi ve saatlerce şiir üzerine konuştuğumuzu çok iyi hatırlıyorum. Daha sonraki yıllarda, yine İzmir’de, İkiçeşmelik’teki Öğretmen Evi’nde haftanın bir günü toplanıyor siyasetten sanata, aşktan bilime kadar çeşitli konuları konuşuyorduk. Toplantılara Karayağmurlar’la birlikte efsane öğretmen ve bir Türkçe sevdalısı Muhittin ağabey (Bilgin), yazar Savaş Ünlü ve adlarını şimdi hatırlamadığım bir dolu insan katılıyordu. O toplantılarda Bedri Karayağmurlar’ın ufkumuzu açan konuşmalar yaptığını hatırlıyorum. Özellikle de nesnelere “yamuk bakmak” doğrultusunda, diğerlerini bilemem ama, bana bir duyarlılık kazandırdığını belirtmeliyim. Bu arada resimlerine olan ilgim ve beğenim de artmaya başlamıştı. Gençliğim, ‘Gümüş Tapınak’ da dediğim, İsmail Gümüş’ün atölyesinde geçmişti Ankara’da. O yıllarda okuduğum John Berger’in Görme Biçimleri adlı muhteşem kitabından hatırladığım kadarıyla Klee üzerinden söylediği ‘Sanatçı, yapıtına göz için izlemesi gereken yollar koyar’ bağlamındaki sözleri doğrultusunda Karayağmurlar’ın, tuvale izleyiciler için ne gibi işaretler, yollar koyduğunu bulmaya çalışırken resimlerinde giderek düzensizleşip dengeden uzaklaşan bir kâinatı görünce irkilip ürperdim. Bedri Karayağmurlar’ın tuvalin göğüne gönderdiği hava-i renklerin aydınlattığı mekanda “her şeyi yadsıyan ruh” da diyebileceğim entropinin işbaşında olduğunu görmekti beni irkiltip ürperten. Eski biçimlerinden (bütünden) kopmuş, yani cennetten kovulmuş şeyler onlara henüz albenili gelebilecek bir ‘çeker’ olmadığı için bu biçimde uzaylaşmışlardı. Tuvale saçılmış bir sürü olasılığı apaçık görebiliyordum. “Olasılıklar, ‘gerçekten’ daha zengindir” ve adeta bildik olan ne varsa, onları parçalamak, dağıtmak için oradadırlar. Öyle ki, baktıkça bir sınıra kadar varırsınız ve size her an yeni bir bilgi vereceklermiş gibi dururlar. Diyeceğim o ki, eski yapı bozulup parçalanmıştır. Tam da bu noktada, bu sürecin yaratıcı bir süreç olduğunu söylemek mümkün. Bu yüzden, Bedri Karayağmurlar’ın, Rollo May’e gönderme yaparak, Yaratma Cesareti’nden söz etmesi boşuna değildir. Çoğumuz; ‘reddi’, doğal olarak varolana karşı bir tehdit olarak görürüz ve bu yüzden de buralara hiç girmeyiz. Oysa, “Sanat varolanın reddine dayanır.” ve “… hayır demeyi göze almaktır. Yaratıcılık hayır deme cesaretidir bu nedenle.”
Bir yanda varolma mücadelesi sürerken bir yanda da varoluşun bitmez tükenmez itmeleriyle varolan dünya ve kâinat değişmektedir. Bunu çok iyi bilir Karayağmurlar: “Bütün sistemler varlıklarını korumak için çaba harcarlar. Varoluşu gerçekleştirmek kadar varlığı korumak da önemlidir. Her yapı değişir. Başlangıçtakine hiç benzemeyen ama yine de o olarak adlandırılan yeni yapılara dönüşürler. Eğer dönüşüm gerçekleşmezse yapı çöker.” Öyle ki, Mümtaz Sağlam, BEDRİ KARAYAĞMURLAR’IN SANATI ÜZERİNE, adlı yazısında, Karayağmurlar’ın “Resmin genel yapısını, sürekli bir gelişim dinamiğine dayamasını bilen” bir sanatçı olarak dikkat çeker ve özellikle bu nedenle ön plana çıktığına işaret eder. Buradaki vurgunun “gelişim dinamiği” olması önemlidir. Bu yüzden Karayağmurlar’ın resimleri bizden bir sıçrama bekler. Öyle bir biçim bulmuştur ki bu biçim gider öze saplanır. Burada, öz olarak giderek uzak denge durumlarına doğru evrilen kâinatın değişimini kabul edersek, Karayağmurlar’ın biçimi de bu evrilmeye uygun bir biçimdir. Nietzsche’nin “Eğer görebilen gözler olsaydı uyuklayan bir kayalığın aslında raks eden bir kaos olduğunu görürdü” sözünden hareketle resimlerindeki biçim bilinçli olarak soyuttur ve şimdi-buradaki varoluşun hakiki gösterimidir. Zaten oluşan bir şeyi bundan başka nasıl gösterebilirsiniz ki! Eski anlam, değer ve kurallarından kopmuş şeylerin tuvale yayılmışlığı da aslında başlangıçta bir bütün olanın kendinde, kendi kendine, kendini yadsıyarak kendinden yeni dünyalar varetme bilgisiyle örtüşen bir durumdur. Uzak denge durumlarında, daha önce bütüne körlemesine hizmet eden süreçlerin uyandığını ve kendilerine birer varlık edinme sürecine girdiklerini görürüz. Bu bağlamda, Karayağmurlar’ın tuvalindeki renklerin, fırça darbelerinin, lekelerin uyanmış ve kendilerine varlık edinme sürecinde olan varlık oluşumları ya da pıhtılaşmaları olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yüzden “tanınırlık ilgisini yitiren biçimler”dir bunlar ve bu durum ister istemez soyuttur. Bu soyutluğun içinde zaman zaman beliren figürler ise kendinde, kendi kendine kendini yarattıkça varolan, varoldukça da yaratan bir kâinatın yaratıcı özneleri olsa gerek. Öyledir, “… sanat yapmak, sanatçı olmak bilinen biçimlerin gittikçe ustalaşarak durmadan tekrarına dayanan bir etkinlik olamaz.” Herkes; eğer isterse, çalışırsa herhangi bir alanda usta olabilir, ama her usta sanatçı değildir.
Uluer Aydoğdu
Tuvalin Göğüne Gönderilmiş Hava-i Renklerin Aydınlattığı Bir Ömür: Bedri Karayağmurlar
Uluer Aydoğdu, Hayal Dergisi, Sayı:33, Nisan-Mayıs-Haziran 2010 Ankara
Bu yazıda, resimlerinde olduğu kadar şiirlerinde de tıpkı Picasso gibi “Ben aramam, bulurum” diyen Bedri Karayağmurlar’ın nemli ve verimli toprağında dolaşacağım. Bire bin, bire aşk, bire ışık veren bir toprak bu. Bereketli olduğu kadar yeni anlam, değer ve kurallar da üreten, aynı zamanda da resimlerinde ve şiirlerinde Walter Benjamin’in Eşik Cinleri gibi güzel şeyler, hayat şeyler, aydınlık şeyler fısıldayan. Birileri araya dursun, birileri biçim mi içerik mi diye tartışa dursun -“Biçimlendirme mi, içerik mi önde, gibi bir şeyi tartışmanın benim açımdan hiçbir anlamı yok” -, o, yaşam erbabı, hep bulur. Yaşamın ihtişamını ve sefilliğini bulur, şimdi-burada mekanlaşan zamanı bulur, aydınlığı bulur ve ışık emri verir:
“Yak ışıkları
Korkut geceyi
Yok sanıp yoklamasın yatağında karanlık” .
Aydınlanmak için ‘yanmak’ kadar “… daha çok ışık yakmak” da gereklidir, “… daha çok bilim, daha çok sanat. Kendi kör çıkarları uğruna her şeyi yakıp yıkan aymazlara inat, daha çok aydınlık.”
Bedri Karayağmurlar, böylece, hep karışır “koşarak günün çığlığına/ nasılsa bir sokak daha vardı bulutların arkasında”. Pavesa’nın Yaşama Uğraşı gibi Bedri Karayağmurlar’ın da Aydınlık Uğraşı vardır, Işık Uğraşı, Sanat Uğraşı ki hepsi de zaten Yaşam Uğraşı’dır ve bu uğraş yeterince emek, çaba, direniş doludur. G i D i O adlı şiirinde “koridorlar karanlık mum yakın”, diye ünlerken görürüz onu, sonra başka bir şiirinde -Geleceğin ustaları-
“çırağım acemiyim
bir başıma tozlu ıssız işliklerde ısıtıyorum
kömür köz ömrümün
örsünde yüreğimi bütün gün”,
diye yaşamın kalbine doğru bükülür. Burada, James Joyce’u hatırlayalım. SANATÇININ BİR GENÇ ADAM OLARAK PORTRESİ’nde genç kahramanının ağzından söyle ünler: “Ey yaşam, hoş geldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini, ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.” Bedri Karayağmurlar da varlığıyla, resim ve şiirleriyle “zamanın okunu” tuvale ve kağıda geçirir. Diğer bir deyişle tuvale ve kağıda “… bir tarih kaydetmektedir.” Kendi bireysel tarihiyle birlikte çağını, ülkesini, hayallerini, acısını, hüznünü… Öyle ya sanatçı “… bir kaydedicidir.” Aha işte, Zamanı Geldi adlı şiirinde
“sana bakıyorum
güzelsin ve gidiyorsun
gidersin gitmelisin
öylece kalıyorum”,
diye hüznü kaydeder kağıda. Başka bir şiirinde ise
“…
Gazze nerede desem de bilirim de söylerim de
Duyan olmaz
Duyan olmaz
Duyan olmaz”,
der ve bu kez de vahşeti kaydeder kağıda. Bir im, bir iz düşerek gören göz, işiten kulak, hisseden kalp için çağrı çıkarır. Çünkü gören gözdür Bedri Karayağmurlar, işiten kulaktır, hisseden kalp. Bu yüzden gözü, kulağı, kalbi olan bir şiirdir yazdığı: “Sanat da hayat gibi soluk alıp verir.” Diğer bir deyişle, canlı bir organizmadır sanat. Zaten; kalbi, gözü, kulağı olmayan ‘şey’ de mekanik bir düzenekten başka nedir ki! Bu doğrultuda “…sürekli olarak canlı kalan ve olayların tümüne böyle tepki veren bir kişiliktir.” Bedri Karayağmurlar, duygularımızı bileyleyip aklımızı keskinleştirerek “Coşkusu kaçmış, mırıldanmalarla çevresinden ne koparacağını hesaplayan sıradan bir insan …” olmadığını gösterir. Bu, yaşama ve sanata doğru ‘yaklaşma istikametidir’ Bedri Karayağmurlar’ın. Öyledir, “Resim düşmana karşı bir savunma ve saldırı aracıdır. Siz bir sanatçıyı ne sanıyorsunuz” diye soran Picasso, gidip Guernica’yı yapmıştır.
Bedri Karayağmurlar’ın resmi ile ilgili olarak en doğru saptamalardan birini yapan Kaya Özsezgin “Bedri Karayağmurlar'ın resmini, resim sana¬tımızda son çeyrek yüzyılın gelişmeleri içinde ne¬reye koyabiliriz?”, diye sorduğu soruyu Artist Sanat Dergisi’nde şöyle yanıtlar: “1970'li yılların ortalarında Gazi'nin resim bölümünü bitirdiğinde, Türkiye'deki sanat ortamı, genç kuşak olarak tanımla¬yabileceğimiz etkin bir grubun varlığına henüz yeterince tanıklık edecek bir aşamaya gelme¬mişti. Böyle bir ortamda, tercih edilecek seçe¬nekler, hocalardan öğrenilenlerin temel alındığı bir doğrultu üzerinde gelişebilirdi. Ama bununla yetinmeyip araştırmacı ve yenilikçi anlatımı he¬def olarak seçmenin kazandırabileceği ayrıcalıklı bir konum da söz konusu olabilirdi kuşkusuz. Karayağmurlar, ikinci yolu seçenlerden. Bu yol üzerinde herhangi bir sapmaya meydan ver¬meksizin bugüne kadar kararlı adımlarla yürü¬müş olması, ondaki sanat inancının güncel deği¬şimlerin dışlandığı bir mecrayı seçmiş olmasıyla da ilgilidir.” Aynı yazıdaki şu sözler ise Bedri Karayağmurlar’ın resmi ile şiiri arasındaki ilişkiyi, etkileşimi göstermesi bakımından ilginçtir: “… onun resminde, belki şiirle de ilgilen¬miş olmasından ileri gelen bir "lettrism" mantığı çerçevesinde, biçim parçaları hem tek başlarına, hem de bütünü göz ardı etmeyen bir bütünsellik bağlamında organize edilir.” Tam da bu noktada geçenlerde vefat eden Dinçer ağabeyi (Sezgin) anmamak imkansız. Radikal gazetesindeki köşesinde Resmin şiirinden tiyatroya (09/03/2002), adlı yazısında “Bedri'nin resimlerinde de şiir vardı çünkü. Resimlere bakarken, bir şiir duyarlılığı, damıtılmış bir dil tadı, şiir matematiği gibi bir renk matematiği ile karşılaşıyordunuz. Usta işi bir şiirden nasıl bir sözcük çıkaramaz ya da o şiire bir sözcük ekleyemezseniz, Bedri'nin resimlerine de bir renk ekleyemiyor ya da bir renk çıkaramıyordunuz. Ve şiir nasıl, dil içinde yeni bir dil yaratmaksa, onun resimlerinde kendine özgü bir renk dili yaratılmıştı. Sözün özü, resimlerinde bir şiir uçuşup duruyordu.” diye Karayağmurlar’ın ressamlığıyla şairliğini enfes bir şekilde dile getirir. Öyledir, hem ressam, hem şair, hem de yazardır Bedri Karayağmurlar. Bu bağlamda, belleğinden hiç çıkmayan 35 yıl önceki bir olayı anlatır Resim Serüvenim, adlı kitabında. Devlet Heykel Resim Sergisi’ne bir çalışması alınmıştır ve sergi’nin açılışında Adnan Binyazar’la karşılaşır: “Sergide Binyazar’ı görünce, resmimin önüne götürdüm. Resme baktı ve bana döndü: Ressam mı olacaksın; yazar mı, şair mi? Hiç düşünmeden, hepsini dedim.” Bunun “çetin bir iş olduğunu bilmesine” rağmen resmin içinde olduğu kadar yazı ve şiirin de içinde olmuştur hep. Yeni Gün Gazetesi ile meşhur Rüzgarlı Sokakta’ki Yeni Halkçı’da yazdığı dönemde Ahmet Arif’i, Işık Yurtçu’yu, Mustafa Ekmekçi’yi tanır. Hatta “Erol Toy, Esen Yel, İbram Erdem, Adil Gülvahapoğlu’nun da aralarında bulunduğu bir grup yazarla Soluk adlı bir dergi” bile çıkarırlar.
Bedri Karayağmurlar’ı 2001 ya da 2002’de kendi resim sergisinde tanıdım. Sergiden sonra Ankara’dan çok iyi tanıdığım hocam İbram Erdem ve Bedri Karayağmurlar’la birlikte bir lokantaya gittiğimizi ve saatlerce şiir üzerine konuştuğumuzu çok iyi hatırlıyorum. Daha sonraki yıllarda, yine İzmir’de, İkiçeşmelik’teki Öğretmen Evi’nde haftanın bir günü toplanıyor siyasetten sanata, aşktan bilime kadar çeşitli konuları konuşuyorduk. Toplantılara Karayağmurlar’la birlikte efsane öğretmen ve bir Türkçe sevdalısı Muhittin ağabey (Bilgin), yazar Savaş Ünlü ve adlarını şimdi hatırlamadığım bir dolu insan katılıyordu. O toplantılarda Bedri Karayağmurlar’ın ufkumuzu açan konuşmalar yaptığını hatırlıyorum. Özellikle de nesnelere “yamuk bakmak” doğrultusunda, diğerlerini bilemem ama, bana bir duyarlılık kazandırdığını belirtmeliyim. Bu arada resimlerine olan ilgim ve beğenim de artmaya başlamıştı. Gençliğim, ‘Gümüş Tapınak’ da dediğim, İsmail Gümüş’ün atölyesinde geçmişti Ankara’da. O yıllarda okuduğum John Berger’in Görme Biçimleri adlı muhteşem kitabından hatırladığım kadarıyla Klee üzerinden söylediği ‘Sanatçı, yapıtına göz için izlemesi gereken yollar koyar’ bağlamındaki sözleri doğrultusunda Karayağmurlar’ın, tuvale izleyiciler için ne gibi işaretler, yollar koyduğunu bulmaya çalışırken resimlerinde giderek düzensizleşip dengeden uzaklaşan bir kâinatı görünce irkilip ürperdim. Bedri Karayağmurlar’ın tuvalin göğüne gönderdiği hava-i renklerin aydınlattığı mekanda “her şeyi yadsıyan ruh” da diyebileceğim entropinin işbaşında olduğunu görmekti beni irkiltip ürperten. Eski biçimlerinden (bütünden) kopmuş, yani cennetten kovulmuş şeyler onlara henüz albenili gelebilecek bir ‘çeker’ olmadığı için bu biçimde uzaylaşmışlardı. Tuvale saçılmış bir sürü olasılığı apaçık görebiliyordum. “Olasılıklar, ‘gerçekten’ daha zengindir” ve adeta bildik olan ne varsa, onları parçalamak, dağıtmak için oradadırlar. Öyle ki, baktıkça bir sınıra kadar varırsınız ve size her an yeni bir bilgi vereceklermiş gibi dururlar. Diyeceğim o ki, eski yapı bozulup parçalanmıştır. Tam da bu noktada, bu sürecin yaratıcı bir süreç olduğunu söylemek mümkün. Bu yüzden, Bedri Karayağmurlar’ın, Rollo May’e gönderme yaparak, Yaratma Cesareti’nden söz etmesi boşuna değildir. Çoğumuz; ‘reddi’, doğal olarak varolana karşı bir tehdit olarak görürüz ve bu yüzden de buralara hiç girmeyiz. Oysa, “Sanat varolanın reddine dayanır.” ve “… hayır demeyi göze almaktır. Yaratıcılık hayır deme cesaretidir bu nedenle.”
Bir yanda varolma mücadelesi sürerken bir yanda da varoluşun bitmez tükenmez itmeleriyle varolan dünya ve kâinat değişmektedir. Bunu çok iyi bilir Karayağmurlar: “Bütün sistemler varlıklarını korumak için çaba harcarlar. Varoluşu gerçekleştirmek kadar varlığı korumak da önemlidir. Her yapı değişir. Başlangıçtakine hiç benzemeyen ama yine de o olarak adlandırılan yeni yapılara dönüşürler. Eğer dönüşüm gerçekleşmezse yapı çöker.” Öyle ki, Mümtaz Sağlam, BEDRİ KARAYAĞMURLAR’IN SANATI ÜZERİNE, adlı yazısında, Karayağmurlar’ın “Resmin genel yapısını, sürekli bir gelişim dinamiğine dayamasını bilen” bir sanatçı olarak dikkat çeker ve özellikle bu nedenle ön plana çıktığına işaret eder. Buradaki vurgunun “gelişim dinamiği” olması önemlidir. Bu yüzden Karayağmurlar’ın resimleri bizden bir sıçrama bekler. Öyle bir biçim bulmuştur ki bu biçim gider öze saplanır. Burada, öz olarak giderek uzak denge durumlarına doğru evrilen kâinatın değişimini kabul edersek, Karayağmurlar’ın biçimi de bu evrilmeye uygun bir biçimdir. Nietzsche’nin “Eğer görebilen gözler olsaydı uyuklayan bir kayalığın aslında raks eden bir kaos olduğunu görürdü” sözünden hareketle resimlerindeki biçim bilinçli olarak soyuttur ve şimdi-buradaki varoluşun hakiki gösterimidir. Zaten oluşan bir şeyi bundan başka nasıl gösterebilirsiniz ki! Eski anlam, değer ve kurallarından kopmuş şeylerin tuvale yayılmışlığı da aslında başlangıçta bir bütün olanın kendinde, kendi kendine, kendini yadsıyarak kendinden yeni dünyalar varetme bilgisiyle örtüşen bir durumdur. Uzak denge durumlarında, daha önce bütüne körlemesine hizmet eden süreçlerin uyandığını ve kendilerine birer varlık edinme sürecine girdiklerini görürüz. Bu bağlamda, Karayağmurlar’ın tuvalindeki renklerin, fırça darbelerinin, lekelerin uyanmış ve kendilerine varlık edinme sürecinde olan varlık oluşumları ya da pıhtılaşmaları olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yüzden “tanınırlık ilgisini yitiren biçimler”dir bunlar ve bu durum ister istemez soyuttur. Bu soyutluğun içinde zaman zaman beliren figürler ise kendinde, kendi kendine kendini yarattıkça varolan, varoldukça da yaratan bir kâinatın yaratıcı özneleri olsa gerek. Öyledir, “… sanat yapmak, sanatçı olmak bilinen biçimlerin gittikçe ustalaşarak durmadan tekrarına dayanan bir etkinlik olamaz.” Herkes; eğer isterse, çalışırsa herhangi bir alanda usta olabilir, ama her usta sanatçı değildir.
Uluer Aydoğdu
Sanatının 35. Yılında Bedri Karayağmurlar
Lütfiye Bozdağ
Somutun kati, mutlak olan bilineninin değişmezliğine, bağlayıcı kurallarına karşın soyut, belirsizliğiyle, bilinmeyeniyle, yeniyi arayan, sürekli dönüşen, kendini kolay tüketmeyen eğilimiyle daima cezbedici olmuştur.
Soyutlamanın mutlak gerçeği örtmesi, belirsizleştirmesi kurgunun çözümlenmesinde izleyiciyi bünyesine katan, bakanın paylaşımına hatta sahiplenmesine olanak tanıyan bir süreci beraberinde getiren özel bir özgürlük alanı sağlar.
(resim1)
Resimde her şeyi bilen ve belirleyen tasarlayıcının izleyici üzerindeki tahakkümünü yok eden soyutlamanın, gizemi ve çekiciliği tam da buradan kaynaklanmaktadır. Resmi okumaya çalışırken daima devrede olan muhakeme edinimi, belirsizliklerin yeniden anlamlaştırılması ve yorumlanmasında izleyiciyi de sürece dâhil eden demokratik bir tutuma olanak tanır.
Dönem dönem figüratif soyutlamalara yönelse de zaman içinde yeniden yorumladığı, çoğu zaman da tamamen soyutlayarak oluşturduğu kompozisyonlarıyla resim yapmayı yaşamsal bir olgu içinde 35 yıldır devam ettiren Bedri Karayağmurlar’ın resimleri soyutun bu analitik tanımlamalarına denk düşen bir paralelde yol almaktadır.
(resim 2)
Neoliberal politikaların neredeyse tüm yaşam alanını kuşattığı, değerleri metalaştırdığı, sanatı piyasalaştırdığı bir ortamda, bireyselleşen, yalnızlaşan, içine dönen sanatçılar, iç dünyalarının çatışmalarını ve hesaplaşmalarını plastik dilin olanaklarıyla sorgulamaktadırlar. Yüzeydeki parçalanmalar, renk tuşları, sıcak-soğuk renklerin kontrastlığı, elemanlar arasındaki gerilim ve hareket, sanatçının iç dünyasındaki fırtınaları soyutlayarak dışa vurduğu bir özdeşleyimdir. Bedri Karayağmurlar bu özdeşleyimi şöyle ifade eder: “benim için sanat salt anlatım değil, sorun yaratma ve bu sorunları kendi yapısı içinde çözümleme girişimidir.”
Renklerin ağırlığı olmayan siyah beyaz resimlerde büyük cisimlerin etrafında sürekli hareket halinde olan küçük parçalar ya da lekeler espas duygusu yaratır. Kaotik bir etki uyandıran atmosfer ise hayatın kaotikliğiyle özdeşleşir.
(resim 3)
Karayağmurlar, mekân-nesne ilişkisi üzerine kurguladığı soyutlamalarında iktidar kurma niyetinde değildir. İzleyiciyi, resmin bilinmeyenlerini bulmak, kavramlarını oluşturmak üzere resimle iletişime çağırır, puzzle’ın parçalarını bir araya getirmek gibi kurgunun uzaysal espasına serpiştirilen tasarım elemanlarını bir araya getirerek, çözümlemek ve çözümleme üzerinden yeniden kurgulamak olanağı sunar. Nesnel dünyayla birey arasındaki sorunsalı, kendi ruhsal çözümlemeleri üzerinden deneyimsel ve algısal düzlemde irdelemeye çalışan sanatçı, belirgin olmayan zamanın ve mekânın yarattığı atmosferde oradan oraya akan nesnelerle yeni bir gerçekliğe ulaşır. Bu gerçeklik, soyutlanmış nesnelerin kurgunun sonsuz varyasyonlarıyla her bakıldığında yeni bir gerçekliğe evirilirken, gösterdiği ya da gizlediğinden çok, bakanın gözünde kendini yeniden var eden sürecin heyecanını yaşatır. Sanatçı, resmin biçimsel olgusundan vazgeçmeden, düşüncesel olguları imgeler üzerinden üretir, imgeleri ise plastik kurgunun soyut biçimlemelerinde pentür tadında görselleştirir. Karayağmurlar resmi, gerçekle düş arasındaki geçişleri, çizgi, biçim, renk gibi tasarım öğelerinin düzeni ve sıralanmasıyla oluşan plastik dilin doğrudan bir doğa ya da yaşam gerçekliği içinde değil duyularla algılanan, gerçekliği aşan, gerçek ötesi bir bileşim, sembolik bir dil olarak ortaya koyar. Bu sembolik dilin çağrışım zenginliği kendini tüketmesine izin vermeyen biçimsel dinamizm ve performansa eşlik eder.
Karayağmurlar’ın resimleri klasik resmin temel öğelerine sıkı sıkıya bağlı değilmiş gibi görünse de gerçekte kompozisyonun bütün elemanları sezgisel bir hesaplamayla disipline edilmişlerdir. Örneğin bazı resimlerinde renk her ne kadar asal eksene oturmasa da biçimle iç içe ve eşgüdümlü olarak yer almakta ancak zaman zaman da öne çıkabilmektedir. Ritm ve denge ise biçimle renk arasındaki ilişkiyi düzenleyen, tekdüzeliğe izin vermeyen bir yönelişin baş aktörleri olarak yer alırlar.
Sanatçının soyut-lirik resim tekniği seyircide romantizm ve dinamizm duyumlarını yükselten zengin çağrışım olanakları sunar. Tuvalin dokusal örgüsündeki renk yoğunlaşmaları, biçim parçalanmaları, dokuların titreşimi ve yayılımı, tasarım araçlarıyla her türlü deneysel tekniğin uygulama süreçlerinden geçen bir temele oturur. Ortaya çıkan nesnel olmayan gerçeklik, sanatçının oluşturduğu, kurguladığı bir gerçekliktir ve bazı resimler için seyircinin de resim üzerinde yeniden kurgu yapmasına imkân verecek kadar esnek bir soyutlamadır.
Görünür olanla olmayanı, gerçekle imgeyi bir arada barındıran Bedri Karayağmurlar’ın resimlerinde soyutlanan nesne-mekân kurguları, geleneksel biçim özelliklerinden ve reel dünyanın mutlak kılınan nesnelerinden uzak, figüratif esnekliğin soyutlamaya dönüştürüldüğü ve soyutlamanın sınırsız çeşitlemelerinde sürekli beslenen bir dizgiyle ortaya çıkar ve içinde sıradanlığa izin vermeyen bir dönüşümler ilişkisi barındırır. Nesnel gerçekliğin karşısına düşüncenin konularak anlamın merkezileştirilmesi önemsenir.
Kompozisyonda şiddetleri azaltılan ve artırılan renklerin birbirlerine akarak birbiri içinden geçmeleri renklerin tuşları ile oluşturulan hem renk hiyerarşisi hem de farklı biçimsel formların biçim hiyerarşisi, iki ana eksen olan ritm ve denge tarafından ustaca yönetilmekte, tekdüzeliğe düşmeden zaman zaman yaşam coşkusu, zaman zaman da kaotik bir gerilimle karşılıklı olarak birbirini koşullandırmaktadır.
Her kaotik sistemde bir düzen vardır. Bu Karayağmurlar resminin temel karakteri olarak karşımıza çıkan, Kandinsky’nin de ısrarla söz ettiği “karşıtlıkların dengesi”dir. Karşıtlıklar, gerek nesneler arasındaki zıtlıklar, gerek zıtlıkların yarattıkları gerilimle resmin iç dinamiklerini canlı, imgelemi daima taze tutan bir oluşuma olanak tanırlar. Karayağmurlar resimlerindeki karşıtlıklar dengesini şöyle açıklamaktadır: “Denge kavramının benim için önem kazanmasının altında yatan etkenin yaşamın dengesizliklerinden kurtulma isteğiyle açıklayabilirim. Her öğenin bulunduğu yerde yarattığı görsel gerilimin yüzey içinde çözülmesi gereken bir enerji sorunu yarattığını düşünüyorum. Bu anlamda benim için sanat salt anlatım değil, sorun yaratma ve bu sorunları kendi yapısı içinde çözümleme girişimidir.”
Bedri Karayağmurlar resminde tuval içinde taşıyıcı düzlem olarak bazen beyazın, bazen de siyahın baskınlığı, iki zıt öğenin karşılıklı olarak birbirinin aracı olan birbirini itme ve çekme gücü, nesne ve mekân ilişkilerinde yeniden kurgulanma ve dönüştürme oluşumuna fırsat tanıyan etkin bir dışavurum olgusudur. Beyaz yoğun bir siyahla kuşatıldığında daha beyaz, siyah ise yoğun beyaz ile çevrelendiğinde daha keskin bir kontrastlık sağlar ancak bu kontrastlık siyah ve beyazın yer yer transparanlığıyla kırılır. Bu iki ana lekenin kazınmış spatula izleri arasında yer yer gözüken alt katmanları, çeşitli geçişler ve koridorlar oluşturarak resmin derinliğine, espasına katkı sunarlar. Biçimlerin uzayda kapladığı yer, parçaların bütünle, bütünün parçalarla dönüşümlü ilişkisi de yine espasa katkı sunar.
(Resim4)
Siyah-beyaz resimlerinde ara renk yoksunluğunun, yavanlığa düşmeden kontrastlık üzerine odaklanması, siyahın edilgin, sakin ve uzak hissiyle beraber kompozisyonu bir arada tutan geniş ve etkin tavrı çoğu zaman Karayağmurlar’ın vazgeçilmez tercihlerinden birini oluşturur. Resimdeki siyah beyaz dağılımına az sayıda ara tonun eşlik ettiği, buna karşın, siyah ağırlıklı tuvalde etkili dağıtılmış beyazlar veya beyaz ağrılıklı yüzeyde iyi yerleştirilmiş siyahlar arasındaki gerilim, soyutlama ve ifade olasılıklarını güçlendiren bir ilişkiye olanak tanır.
Tuvalde resmin oluşum süreçlerini fırça hareketlerinin izinden, spatulanın kalın renk dokusunu sıyırarak zeminin en alt katmanını ve mevcut boya katmanlarını pentür tadında izlemek seyircide resmin oluşum sürecine tanıklık etmiş izlenimi uyandırmaktadır. Öte yandan siyah beyazın kendi aralarındaki çekim gücünü ve gerilimini yansıtan iç enerji, resmin iç dinamiklerini de etkin kılmaktadır.
Tuval yüzeyinde yapısal olarak her türlü derinlikten uzaklaşmadan, yüzeyi kaplayan kurgu, kendi içinde tamamlanmış gibi görünmesine rağmen, kompozisyonun açık kalması, yani kurgunun oluşumunda yer alan işlemler izleyen tarafından yeniden kurgulanmak üzere resmin akış sürecini bakanın gözünden yeniden oluşturmaktadır.
(Resim 5)
Soyut resmin temel biçim verileri ve bunlarda saklı olan içerik sanatçının bireysel özdeşleyiminden göreceli olarak izleyicininkine uzanan yolu takip eder. Resmin zihinsel ve duyuşsal katmanları siyah beyaz ya da farklı renk çeşitlemelerinde dönüşümlü olarak yer bulur, renklerin birbirine akması, soyutlama fantezilerinin çeşitlenerek farklılaşan düzen birimleri arasındaki iç bağlantılar resmin dinamiklerini oluşturur. Siyah-beyaza, az sayıda gri tonun eşlik etmesi, bazen bir kırmızı, bazen bir mavi ile bu eşliğin devam etmesi, aslolan rengin değil, renk birimlerinin espas içinde dağılımı ve birbirleriyle etkileşiminden oluşan gerilim ve dinamizmdir.
Sanat üretiminde 35 yılı geride bırakan Bedri Karayağmurlar, sanatı yaşamsal bir olgu olarak gördüğünü kendi cümleleriyle şöyle ifade ediyor: “Resim yapmak benim için dünyayı anlamak, biçimlendirmek, sorgulamak. Resim yapmayı çok önemsedim. İstediğimi gerçekleştirdiğimi düşündüğümde bana büyük hazlar yaşatan resim, zaman zaman öyle acılar verdi ki, bu ancak resim yapan birinin anlayabileceği türden bir deneyim.
İşte otuz beş yılın özeti…”
Soyut
Model
Resimlerim
İnsan soyutlayarak yaratır. İnsanın bütün kültürel gelişimi onun soyutlama yetisine dayanmaktadır. Sözcüklerden sayılara, kullandığımız bütün araç gereçlere dek yaratıların hepsi birer soyutlamadır gerçekte.
Sanat yapıtları da bu soyut düşünme biçiminin ürünleridir. Değişik resim türleri taşıdıkları imgelerin doğayla ilişkisi nedeniyle adlandırılırlar. Genel kurguları ve yapılanışları diğer insan yaratmaları gibi soyuttur.
Bunların dışında çevremizde olan, insan yaratısı bütün nesneler de aynı soyutluktadır gerçekte. Ancak biçim ve işlev olarak soyut olan bu nesneler, doğada sanki onun doğal parçalarıymış gibi algılanırlar. İçinde yaşadığımız yapılar, masalar, sandalyeler, arabalar hepsi bir yaratının ürünü soyut biçimlerdir.
Çevreyi ve sanatı bu yaklaşımla ele aldığımızda soyutluk ilişkisini kendi yaşadığımız çevrede ayırt ederek anlamaya çalışmak önemli gözükmektedir.
Bu yaklaşım içinde, çalışmalarımda geleneksel sanattan gelen biçimsel ve estetik değerleri özellikle görsel denge oluşturmak için biçimlendiriyorum. Denge kavramının benim için önem kazanmasının altında yatan etkenin yaşamın dengesizliklerinden kurtulma isteğiyle açıklayabilirim. Her öğenin bulunduğu yerde yarattığı görsel gerilimin yüzey içinde çözülmesi gereken bir enerji sorunu yarattığını düşünüyorum. Bu anlamda benim için sanat salt anlatım değil, sorun yaratma ve bu sorunları kendi yapısı içinde çözümleme girişimidir.
Resimlerimde aşamalı bir soyutlamayla geldiğim yeri, mekan nesne ilişkilerindeki soyutluğu yeniden yorumlanmak olarak değerlendirebilirim.
My Pictures
A person creates by abstracting. All the cultural development of a person rests on his ability of abstraction. From words to numbers, and to all tools that we use, all the creations are in reality an abstraction.
Art pieces are also the products of this abstract thinking. Different fine arts types are named after the relation between the images they carry and the nature. Their general fiction and structuring is as abstract as the other types of individual creativity.
Except these, all the objects which are outside of us and the products of individual are in the same abstraction. But, these figuratively abstract objects are considered as a part of the nature. Buildings, cars, chairs and tables are all abstract figures which are the products of this creation.
It is important to understand the abtsraction under the circumstances which we live in, considering the natural habitat of the self.
Under this point of view, I figure the formal and aesthetic values of the traditional art in my works for using a visual balance. The reason that the concept of balance has a lot of importance to me is in my quest to get rid of the imbalances of the life itself. I think that every element creates an energy problem to be solved into the surface it is located. Under this framework, art for me is not only expression but also creating and solving the problems within their own structure.
I can evaluate my position in fine arts, which I came through a gradual abstraction, as a reinterpretation of the abstraction in the space-object relations.